Barolar Birliği ve Mahalli Barolar’ın 2019-2020 Adli Yıl Açılışı sebebiyle yaptığı açıklama


Barolar Birliği ve Mahalli Barolar’ın 2019-2020 Adli Yıl Açılışı sebebiyle yaptığı açıklamanın tam metni:

Bu yıl “Adli Yıl Açılış Töreni” yapılmayacak. Yüksek Mahkeme tarafından 80,000-TL. civarındaki Adli Yıl Açılış bütçe kaleminin mahkemelerin bilgi işlemle ilgili ihtiyaçları için kullanılmasının mevcut ekonomik koşullarda daha uygun görüldüğü ifade edilmektedir.
Yüksek Mahkemenin bu yaklaşımı, konuşmamızın ilerleyen kısmında değineceğimiz üzere, bütçeden yargıya ayrılan payın kıtlığına dikkat çekmesi açısından dikkat çekicidir.

Bu böyle olmakla beraber Kıbrıs Türk Barolar Birliği olarak Adli Yıl Açılış törenlerinde tüm devlet yetkilileri ve toplum huzurunda yargının diğer temsilcileri ile birlikte sahip olduğumuz yargı ve ülke ile ilgili tespit, eleştiri, öneri, beklenti ve taleplerimizi dile getirme imkanını kaybetmek istemediğimizden; adli yıl açılışından hemen önce alternatif bir yöntemle sesimizi duyurmak ve bu basın açıklamasını hazırlamak ihtiyacını hissettik.

Neden böyle bir ihtiyaç hissettik?
Çünkü, Baro, bilinen anlamda sadece bir meslek örgütünden ibaret değildir. Baro, devletin 3 büyük kuvvetinden yargının kurucu unsurlarından birini oluşturan ve aslında mevcut yargısal sistemin çekirdeğini/özünü teşkil eden avukatların oluşturduğu bir birliktir. Bu bakış açısıyla ülke ve yargının durumu ile ilgili söz söylemek, Baro’nun sadece hakkı değil aynı zamanda sorumlulukla yerine getirmesi gereken önemli bir ödevidir.

Devlet

Ülkemizde nereden bakarsanız bakın işlerin iyi gitmediği açıkça ortadadır. Sorunlar, ülkenin boyunu aşmış durumdadır.

Evet, devletin mali imkanlarının sınırlı olduğu bir gerçektir ve bunun farkındayız. Ancak bu devletin, mevcut teşkilatı, kapasitesi ve bütçesi kapsamında Kıbrıslı Türkleri sarmalına almış olan temel /yaşamsal sorunları çözmesinin, en azından bir miktar iyileşme sağlamasının mümkün olmadığına inanmıyoruz. Adına devlet denen ve çağdaş dünyada insan/toplum için varolduğu kabul edilen bu organizasyon, toplum bireylerinin en temel sorunlarını dahi çözemeyecekse, varlık sebebi nedir? Ne için vardır?

Bu ülkede bunca yıldır, ciddi bir muhaceret denetimi uygulanmamıştır. Her isteyen kişi, rahatça ülkeye giriş yapmakta ve yasal bir statüsü olmaksızın yıllarca ülkede kalabilmektedir. Bu denetimsizlik, ülkedeki fiili nüfusun hem sayısal hem de nitelik olarak tespitini imkansız kılmaktadır. Devletin ülkeye ancak yasal bir statü/amaçla giriş yapılmasını ve bu amaç/statüye uygun olarak ülkede bulunulmasını sağlamak yönünde yıllardır gösterdiği umursamazlık, toplumun can ve mal güvenliğinden ciddi şekilde endişe etmesine; kriminal olayların gün be gün tırmanmasına; sosyal yapının kötü bir şekilde evrilmesine sebep olmakta; Kıbrıs Türk Toplumu’nun huzurunu bozmaktadır.

Artan suç olaylarına, yargının cezaları yükselterek verdiği sert refleks de çözüm getirmekten uzaktır. Çünkü suçun altında yatan sebepleri tespit ve tahlil edip suçun gerçekleşmesini önlemek yönünde tedbir alınmadıktan sonra; yargının önüne her gelen suçluya ağır cezalar kesmesi, yeni suçların işlenmesini engellememektedir. Özellikle son yıllarda mahkemelerde verilen cezaların miktarıyla, işlenen suç sayısında adeta paralel bir artış yaşanması, bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Vatandaşlık ve göç konusunda, özellikle toplumsal yapıyı ve ülkenin kaynak ve imkanlarını dikkate almaksızın uygulanan politikaların ciddi ve kalıcı birçok soruna yol açtığı da söylenmelidir. Pek çok sosyal komplikasyonun yanısıra özellikle devletin en önemli kamusal görevlerinin başında gelen sağlık ve eğitim hizmetlerinin, trafik ve altyapının ülke nüfusu karşısında yetersiz kaldığı açıkça ortadadır. Muhaceret ve vatandaşlık konularında yeni yasal düzenlemeler yapılmasına ilişkin çalışmalar bilgimizdedir. Yapılan çalışmaların olumlu netice verip vermediğini elbette ki takip edeceğiz. Ancak şu anki durum budur.

Kamu güvenliği açısından hayati bir fonksiyona sahip olan Polis Teşkilatı, bu ana görevini layiki ile yerine getirmekten her geçen gün uzaklaşmaktadır. Nüfus artışıyla uyumsuz bir şekilde polis sayısının gerekenin çok altında kalmasının yanısıra; teşkilattaki yozlaşma, gruplaşma, husumet, terfi, nakil ve görevlendirmelerde yaşanan adaletsizlik, standartsızlık, bunun sonucunda ortaya çıkan verim düşüklüğü gibi sorunlar, polisin şu an kendi sorunlarını bile çözebilecek durumda olmadığı görüntüsünü vermektedir.
Yıllardır yollarda can veriyor, yaralanıyor, sakat kalıyoruz. Trafik ve yol güvenliği devlet tarafından bir türlü sağlanamıyor. Bir taraftan yapıyor, diğer taraftan bozuyoruz. Bu kadar küçük bir ülkede, yolların, kavşakların, refüjlerin, bariyerlerin aynı standarda sahip olmasını bile sağlayabilmiş değiliz.

İmar, çevre, şehircilik ve planlama bakımından ortaya çıkan tablo vahimdir ve telafisi imkansız bir noktadadır. Bu çağda, gelişme ve büyümeyi sadece inşaattan ibaret görmek mümkün olabilir mi? Hem de bir ada ülkesinde? Dağlar, tepeler, denizler, dereler, tarım alanları, hızlı bir şekilde betona, inşaata kurban verilmektedir. Hem doğa geri dönülmez bir şekilde zarar görmekte; hem de şehirler, köyler çirkin beton binalarla doldurularak, kimliklerini kaybetmektedirler. İmar planları, emirnameler ile ilgili tartışmalar uzayıp giderken, olanlar ülkeye oluyor. Sadece bugünü değil; geleceği de kaybediyoruz.
Çevre ve hava kirliliği, önlenemez bir şekilde artmaktadır. Denizler kirlenmekte, ormanlar azalmaktadır. Bu devlet gerçekten, çevre temizliğini sağlayacak önlem almaktan; elektrik santralinin bacasına filtre takmaktan; bir yangın helikopteri almaktan aciz midir? Yoksa bu saydıklarımız, öncelikleri arasında değil midir?

Kanser ülkedeki neredeyse her aileye kendini gösterecek kadar korkutucu boyutlara varmışken; insanların, devletin gıda güvenliğini sağladığından, bu konuda etkin ve standart denetimler yaptığından hala daha emin olamaması; yediği sebze, meyve, et ve diğer ürünlerle ilgili endişe taşıması kabul edilebilir, hazmedilebilir bir şey değildir.

Yukarıda sayılan sorunları çözme konusunda başarılı olamayan bir devletin, insan, kadın ve çocuk hakkı ihlalleri; sosyal adaletsizlik, toplumsal cinsiyet eşitsizliği; ev içi şiddet; insan ticareti; işçi sağlığı ve güvenliği gibi konularda ciddi bir irade, niyet ve vizyona sahip olmasını beklemek, gerçekçi bir beklenti midir? Bu aşamada üzülerek söylüyoruz ki değildir.

Liyakat ilkesini terk eden; kamuya giriş ve yükselmelerde yaşanan adaletsizliklerle küskünler ordusu yaratan; halen teknik daire müdürlükleri dahil olmak üzere üst düzey kamu görevlilerini üçlü kararname ile siyaseten atamakta ısrar eden bir devlet, hangi teşkilat yapısı ve hangi kadro ile bu sorunları çözecektir?

Unutulmamalıdır ki KKTC Devleti’nin uluslararası tanınmışlığının bulunmaması başka bir meseledir; toplum bireylerinin kendi devletini bir üst çatı olarak görmesi ve benimsemesi, aidiyet hissetmesi başka bir şeydir. Ve ne yazık ki ülkede yetki kullanan makamların, sorunları çözmede gösterdiği yetersizliğin vardığı boyut, Kıbrıs Türk Toplumunun KKTC Devleti’ne olan inanç ve bağlılığını tüketme noktasına getirmiştir. En azından bu durumun dikkat çekmesi, başlı başına bir sorun olarak saptanması ve giderilmesi için çareler aranması şarttır. Aksi takdirde toplumsal barış ve huzur ortamının kalıcı bir şekilde bozulması başta olmak üzere ağır ve telafisi imkansız sonuçlarla yüzleşmemiz kaçınılmaz olacaktır.

Yargı

Ülkede her şeye rağmen mevcut Anayasal düzende yargı organının temel niteliği olan bağımsızlığının var olduğu görülebilmektedir. Yargı bağımsızlığının hayati değerde olduğunun kavranması çok önemlidir. Yargıya duyulan güvenin temelinde bağımsızlık yatmaktadır. Koşullar her ne olursa olsun, yargının bağımsızlığının korunması, ülkedeki her bireyin, her kurumun ortak derdi / hedefi olmalıdır. Yargı bağımsızlığının sağlanamadığı veya yitirildiği ülkelerde, bizzat yargı eliyle yol açılan hak ihlalleri ve adaletsizlikler, bu anlamda bize ders olmalı, örnek teşkil etmelidir. Bu örnekler içerisinde elbette ki Türkiye yargısında yaşanan gelişmelerin çok daha dikkatle izlenmesi gerekmektedir. Türkiye yargısının bu aşamada içinde bulunduğu durum, bize olması gerekeni değil; olmaması gerekeni göstermektedir. Zaman zaman yargımızın Türkiye yargısı ile uyumlaşması veya benzeşmesi gerektiği yönünde dile getirilen görüşleri veya bu konudaki olası girişimleri kabul etme ihtimalimiz yoktur.

Mahkemelerin mali olanakları, genel bütçe içerisinde kendisine ayrılan payla sınırlıdır. Bu payın yeterli olmadığı; mahkemelerde her anlamda yatırıma ihtiyaç duyulduğu; bina, personel, araç gereç, donanım bakımından yetersizlikler olduğu, yıllardır hem Yüksek Mahkeme Başkanları hem de bizlerce her platformda ifade edilmektedir. Bizlerin söylemekten, toplumun ise dinlemekten sıkılma noktasına geldiği bu sorunlar da az önce değindiğimiz sorunlar yığınının bir parçasını teşkil etmekten öte, hükümetler nezdinde bir ilgi görmemektedir. Demek ki, yargı hizmetlerinin iyileştirilmesi de bu devletin öncelikleri arasına girebilmiş değildir.
Yargı hizmetlerinin iyileştirilmesi açısından, elbette ki fiziki koşul ve imkanların düzeltilmesi ve yargı bağımsızlığının korunması oldukça önemlidir. Ancak yapılması gerekenler, bununla sınırlı değildir. Yargı organının bu anlamda iyiniyetle yapılan yapıcı eleştirileri dikkate alması, daha da ötesi kendi öz eleştirisini yapıp, yargı hizmetlerinin nitelik ve verimliliğinin artırılmasının önündeki engelleri bertaraf etmek için çaba göstermesi gerekmektedir. Bu anlamda Barolar Birliği olarak yapmış olduğumuz tespit ve öneriler, not edilmelidir:

Tüm kamu hizmetlerinde olduğu gibi mahkeme hizmetlerinin yürütülmesinde de insan faktörü ve çalışma verimliliği çok büyük önem arzetmektedir. Oysa Mahkemede görevli kamu personelinin ezici çoğunluğunun en yalın ifade ile “mutsuz” olduğu açıkça görülebilmektedir. Mahkeme, kendi çalışanlarının sorunlarını göz ardı etmemeli, bu mutsuzluğun sebebini saptamalı, yoğun iş yükü altında ezilen personelin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, adil ve makul bir iş bölümü sağlanması ve diğer sorunlarının çözülmesi için yönetimsel tedbirler almalı ve/veya hükümetten bunu talep etmelidir.

Ülkenin adli hizmetlerinde yıllar içinde gerçekleşen yoğunlaşma ve bu yoğunluğun artma eğiliminde olduğu gerçeğinden hareketle, çağın gerekleri gözardı edilmeden, altyapı, teçhizat ve nitelikli personel desteği ile birlikte davaların dosyalanması ve arşivlenmesinde tamamen dijital/elektronik sisteme geçilmesi için istenç ve irade ortaya konmalıdır. Böyle bir dönüşüm, mahkeme hizmetlerinde hem zaman hem de işgücü açısından büyük bir tasarruf sağlayacak ve/veya mahkemeleri ciddi şekilde hızlandıracaktır. Ayrıca mevcut sistemde ortaya çıkan muazzam kağıt israfı; dosyaların kaybedilmesi/ zamanında bulunamaması gibi sorunlar da kalıcı şekilde çözülmüş olacaktır.

2008 yılında Yüksek Mahkeme tarafından “davaların adil ve süratli bir şekilde sonuçlanması” temel amacıyla Hukuk Muhakemeleri Usül Tüzüğü’ne getirilen ve adına Case Manegement (Dava Yönetimi) denen kuralların beklenen hedefe ulaşmadığı; bu kuralların davaların sonuçlanmasını hızlandırmak yerine tam tersine yargıç ve avukatların ayağına dolandığı; davanın esasından ziyade usule ilişkin duruşmaların ve istinafların yoğunluk kazandığı; bu kuralların katı uygulanması ile davaların yürütülmesinde yapılan muhtemel hataların telafi edilmesinin zorlaştırıldığı; böyle bir uygulamanın ise temel amaç olan “adalet”e ulaşmayı baltaladığı görülmektedir. Bahse konu kuralların beklenen faydayı sağlamamasının sebepleri, hatta avukatların bu neticedeki sorumlulukları elbette tartışılabilir ama 2008’de yapılan bu değişikliğin artık “yanlış teşhis” sonucu uygulanan bir tedavi olduğunun kabulü gerekmektedir.

Mahkemeler, yargı erkini yargıçlar eliyle kullanmaktadır. İyi bir yargı ancak iyi yargıçlarla mümkündür. Yargıda “liyakat” herşeydir. Avrupa Birliği’nde hemen her ülkede (Kıbrıs Cumhuriyeti hariç) farklı modellerde de olsa yargıç atamalarında yazılı sınav ve/veya objektif kritere dayalı sistemler uygulanmaktadır. Oysa KKTC’de halen, yargıç tayin ve terfileri gizli oyla ve herhangi bir gerekçe içermeksizin yapılmaktadır. Mesleğe giriş ve yükselme objektif ve önceden belirlenmiş kriterlere bağlı değildir. Göreve atanan, neden atandığını; atanmayan ise neden atanmadığını bilmemektedir. Yüksek Adliye Kurulu tarafından, iyiniyetle ve titizlikle en doğru adayların göreve alındığı düşünülse dahi, bunun izahı yapılamamaktadır. Tüm kamuda uygulanan yazılı/objektif kritere ve gerekçeye dayalı atama sisteminin; mahkemeler için uygun olmadığı ısrarından artık vazgeçilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. K.T. Barolar Birliği olarak geçtiğimiz yıl hazırladığımız yasa değişiklik çalışmasının bu konuda halen bir çalışma zemini olarak kullanılabileceği inancındayız. Bu konuda belirtmiş olduğumuz tüm hususların, yargının bir diğer çok önemli kurumu olan Başsavcılık açısından da aynen geçerli olduğunu ifade etmek isteriz.

Yargının bağımsızlığının taşıdığı hayati önem üzerinde durmuştuk. Unutulmamalıdır ki yargı bağımsızlığı “yargıç bağımsızlığı”dır. Yargıçlar açısından “Anayasa, yasa, hukuk ve vicdani kanaat” dışında bir bağ yoktur, olamaz. Yargıçlara, görevlerini tam bağımsızlık içerisinde ifa edecek koşulların sağlanması anayasal bir ödevdir ve bu ödev herkesten önce Yüksek Mahkeme’nin/Yüksek Adliye Kurulu’nun kendisine aittir. Bu bağlamda, hangi kıdemde olursa olsun, yargıçlar arasında yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili hiyerarşi, kontrol, talimat gibi algılanabilecek uygulamalardan özenle kaçınılmalıdır. “Endişe” mutsuzluk” “huzursuzluk” “eleştirilme veya onaylanmama kaygısı” gibi duygularla görevini ifa eden bir yargıcın, bağımsızlığının da; vicdani kanaatini kullanma iradesinin de zedeleneceği unutulmamalıdır.
Buna karşın yargıçlara ve mahkeme personeline istikrarlı bir program dahilinde hizmet içi eğitim verilmesinin; mahkemelerin hizmet verimliliğini artıracağına ve standartını yükselteceğine inanmakta olduğumuzu belirtmek isteriz.

Kıbrıslı Türk Avukatları olarak, yargı ve ülke ile ilgili sorunları dile getirme, görüş ve önerilerimizi ifade etmeyi bir haktan ziyade görev olarak gördüğümüzü belirtmiştik. Bu bağlamda sorunların çözümü ile ilgili halihazırda yapmakta olduğumuz çalışmaları her seviyede devam ettirmeye ve iyi niyetle elimizden gelen katkıyı koymaya hazır olduğumuzu da ayrıca vurgularız.

Bu çerçevede son olarak değinmek istediğimiz bir konu daha vardır: Genç bir hukukçu jenerasyonu tarafından tamamen gönüllülük esası ve özveri ile Barolarımızın faaliyetlerini sürdürmeye çalışmaktayız. Şüphesiz ki her avukatın bir siyasi görüşü vardır ve siyasi yelpazenin her ucundan mensuplarımız bulunmaktadır. Ama Barolar siyaset yapmaz, herhangi bir siyasi görüşe taraf olmaz. Barolar toplumdan ve hukuktan yana taraftır. Bizler hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı, insan hakları, toplum huzuru gibi hedefler ve ülkenin tüm sorunları ile ilgili katkı koymak için çaba sarfetmekteyiz. Ne kadar başarılı olduğumuz elbette tartışılabilir ama iyiniyetle uğraştığımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Bu noktada fazla boş zamanı olan, yapılan herşeyi olumsuz tarafı ile gören, iyiniyetle değil yıkıcı bir şekilde eleştiri yapan ve bizleri veya Barolarımızı hedef alarak kişisel veya siyasi prim yapmaya veya dikkat çekmeye çalışanlarla polemiğe girmek gibi bir niyetimiz ve buna ayıracak zamanımız olmadığını söylemek isteriz.

Hasan Esendağlı
(KTBB Başkanı)